Ender
Erdemil
Demokrasi,
küreselleşen dünyada, küreselleşme sürecinin düşünsel yapısını oluşturanların,
düşünsel çerçevesini çizenlerin dört elle sarıldıkları bir kavramdır. “Düşünce
özgürlüğü”, “fırsat eşitliği”, “bireyin önemsenmesi” gibi, kulağa pek de hoş
gelen, kimsenin de itiraz edemeyeceği kavramları içinde barındırması açısından,
“demokrasi” ve “demokratikleşme”, çekiciliğini, insanların yıllar yılı sessiz
kalmak zorunda bırakılmışlığından alır.
“Aydınlar”,
bu kavramların çekiciliğine hiç dayanamazlar. Onlar için, “nereden ve nasıl
gelirse gelsin”; demokrasi, gerekli ve vazgeçilmezdir. Onlar demokrasiyi, halk
için, insanlık için istiyorlardır. Demokrasi, sihirli bir değnek gibi,
insanların “kendini ifade” sorununu çözecektir. Onlara göre, kendini ifade
etme, açlıktan, yoksulluktan ve işsizlikten daha önemli bir sorundur. Zira aç,
yoksul, işsiz bir insan, aç, yoksul ve işsiz bir insandır. Ancak kendini ifade
edemeyen insana insan demek biraz zordur.
Onlara
göre; küreselleşen dünyada artık “birey” vardır. Birey de “kendini ifade
edebilen” kişidir. Bir kez kendini ifade edebildi mi, bütün fırsat kapıları
bireye açılacaktır. Akıllı, vizyon sahibi, başkalarının sırtına basmayı
becerebilen, biraz da vicdan yoksunu oldu mu, birey tam bir birey olacaktır.
Bunu temel koşulu da kendini ifade edebilmektir. Kendini ifade edebilmenin yeri
de demokrasinin tam olduğu bir ortamdır.
Demokrasinin
ve demokratikleşmenin çekiciliği; yıllar yılı insanın sessiz kalmak zorunda
bırakılmasından gelir demiştik. Peki, insanı sessiz kalmak zorunda bırakan
kimdi? Çok konuşup, çok yazanları; ortalığı karıştıranları, insanlara
bildiklerini öğretmeye çalışanları ortadan kaldıranlarla, insanları sessiz
kalmak zorunda bırakanlar aynı kişiler miydi acaba? Peki, bu sessiz kalmak
zorunda bırakılanların başında da aydınlar mı geliyordu? Niye sessiz kalmak
zorunda bırakılıyorlardı? Yoksa ülkeyi, hatta dünyayı yönetenler mi böyle
istiyorlardı? Yönetenler yönetimlerini rahat sürdürebilmek için insanların
sessiz kalmalarını mı yeğliyorlardı?
Ya
aydınlar, şimdi, sessizliklerini bozma fırsatı buldukları için mi demokrasiye
ve demokratikleşmeye bu kadar sahip çıkıyorlardı? Acaba onlar için de
sessizliklerini bozmak, gönüllerince konuşabilecekleri ortamları bulmak her
şeyden daha mı önemliydi? Bu yüzden mi demokrasiye “körün değneği” gibi sahip
çıkıyorlardı?
Peki,
bugün, ülkeleri ve dünyayı yönetenler değişti mi de demokrasi ve
demokratikleşme birden yükselen değerlerin başına geçti? Hatalarını anlayıp:
“Yahu artık bu insanlar da konuşsun, haklarını arasınlar” mı demeye başladılar?
Yoksa yıllar, yönetenleri enayileştirdi mi? Yıllar yılı insanları umursamadan
dünyayı yönetenler: “Hatanın neresinden dönsek kar” mı demeye başladılar?
Nereden çıktı bu insan sevgisi, bu demokrasi aşkı?
Değerli
okur, küreselleşme sürecinde, dünyayı küreselleştirenlerin önümüze koyduğu, demokrasinin
ve demokratikleşmenin bir tek anlamı vardır:
Etnik ayrımcılığı,
“kendini ifade” adı altında ortaya çıkarıp, güçlendirerek; dünyada, üniter
yapısını korumayı başaran üç beş devleti de bölüp parçalamak, onların içinde
küçük kukla devletçikler yeşertmek, bu sayede, küçük ve güçsüz devletlerden
oluşacak bir dünyayı daha kolay yönetmek. Kurulacak kukla devletler eliyle
bölgesel egemenliklerini güçlendirmek.
Evet,
yükselen değerlerin başında gelen demokrasinin ve demokratikleşmenin,
küreselleşme sürecindeki tek anlamı budur.
Bu
açıdan baktığımızda da, demokrasi ve demokratikleşme kavramları,
küreselleşmenin mimar ve mühendislerinin elinde ne kadar bir silahsa, bunlara
dört elle sarılan bizim aydınlarımızın elinde de “körün değneği”dir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder